Berkun Oya tarafından yazılıp yönetilen Kuvvetli Bir Alkış dizisi sarkastik bir dille, bir
çocuğun epizodik hikayesini anlatan yapım olarak son günlerde oldukça popüler.
Dizinin konusu doğumundan ölümüne yaşantısını gördüğümüz çocuk değil, çocuğun hayatla
olan ilişkisidir. Kimlik çatışması ya da aidiyetsizlikle boğuşanlara tanıdık olan bu hikaye, absürt
bir gerçeklikten günümüz bağlarına eleştiri getiriyor.
Ne istediğini bilen özgür bir birey olmak
Ah, birey olmak!
Dizi, oldukça zeki bir şekilde bilinç akışının yansımalarını aktarırken anne karnında kurulan ve
ardından kopan bağı da bize gösteriyor. Narsistik ebeveynler genellikle çocukları üzerinde aşırı
kontrolcü olabilirler ve çocuklarından belirli beklentileri vardır.
Kahramanımızın Oidipus’u da, babasının annesini hayatta yalnız bıraktığına karşı duyduğu
öfkedir. Yaşamdan, kendisinden ve dünyadan uzaklaşan ve vazgeçen annesi, bir tek oğlundan
vazgeçemez. Aralarındaki kopmaz sorunlu bu bağa sıkıca tutunan anne, oğlu daha 5 yaşındayken
bile başka bir çocukla arkadaş olmasını kıskanır ve ilk ilişki deneyimini sabote eder.
Anne karnındaki odada gözüken takdirname içindeki yılan resmi, “fallus simgesi” kavramıyla
bağlantılı olabilir. Bu resim, anne takdirini alma arzusunu veya başarıyı simgeleyebilir ve oğlunun annesinin onayını alma isteğini yansıtabilir. Özellikle annenin oğlunun yılanını okşaması, Freud’un “penis kıskançlığı” kavramına işaret edebilir.
Doğduktan sonra tekrar annesinin içine dönmeyi başarmış olan Metin sayesinde anne ve babası hastanede birbirleriyle ilk defa gerçek olmayan bir boyutta konuşmayı başarıyorlar.
Bu sayede bir ilişkinin anatomisi karşımıza getiriliyor.
Kadın hissettikleriyle değil, varsayımlarla ilişkide. Erkeği duygusal olarak uzak veya duygusuz
olarak görmesi, aslında kendi inançlarına dayanan bir varsayımdır ve bu varsayım üzerinden
ilişkisini şekillendirmeye çalışır.
Bu tür varsayımların ve yanılgılar, ilişkilerde yaygındır. İlişkilerin karmaşıklığını ve insanların
duygusal olarak nasıl etkileşim içinde olduklarını anlamak için önemlidir. İnsanlar bazen
gerçeklikten ziyade kendi hayal güçlerine ve idealize ettikleriyle ilişkiyi yürütebilirler.
Baba, varolma kavgasına hiç bulaşmıyor.
Anne ise evlilik içinde kimliğini kaybetmiş.
Karakterimiz, portakalın içinde bir vitamin olarak başlayıp önce anne karnında bir fetüs olur,
ardından dünyaya gelir. Ancak geldiği yeri beğenmez ve annesinin karnına geri döner. Bu
Kafkaesk deneyimle başlayan yaşam döngüsü, onu asla terk etmeyen bir travma haline gelir.
Metin’in görünüşü, mesleği, yaşam şekli sürekli değişirken; sorgulamaları, diğerlerine öfkesi
sabittir. Her sabah meditasyon yapan Anne’nin rahminde dahi doğum sonrasındaki kimliğini:
“nihilizm, mihilizm takılırım işte” diyerek öngörmesi bir tesadüf değil. Kendi içsel sürecinde
dönüp dolaşıp yine annesinin ajite ve manipülatif yaklaşımına teslim oluyor.
Sonunda da o yılan tarafından ısırılıp yine “kendini yiyen yılan” mitosuna benzer anne karnına
geri döner…