Yalnızlık Duygusu ve Anlamları

Yalnızlık deneyimlenmesi açısından çok farklı anlamlara karşılık gelebiliyor. İnziva, tecerrüt, ifrat… Örneğin Yaratıcı ve Ben arasındaki uzaklığı yakın kılmak için binbir gün yalnız kalmayı tercih edebiliyor bir mevlevi, ya da üretmeye devam edebilmek için kendi kabuğuna çekilebiliyor bir sanatkar. Burada yalnızlık hem mahremiyet hem de üretmeye devam edebilmeyi karşılıyor. Yalnızlık öznelliğin, birey olmanın en önemli alanıyken toplumun içinde öznelliği korumak giderek güçleşiyor. İnsanın sosyal bir varlık olması ise bu yalnızlık ile her zaman dengede tutulması gereken bir öznellik-sosyallik terazisinin diğer kefesindeki ağırlık olarak duruyor.

Modern bir zamanda yaşıyor olmanın getirisi olarak nesnel bir kültürün içinde aynılığın biz modern insanları artık neredeyse güvende olmak ile aynı anlama gelmesine neden olabilecek küçük sosyalleşme baloncuklarına hapsetmesini deneyimliyoruz. Tüm ilişkilerin standardize edildiği aile, arkadaş, takipçi ve buna benzer tüm diğerlerinin içinde bireyliğimizi korumaya çabasındayız.

Öznelliğimize dair verdiğimiz bu uyumlu mücadele anlam kaybı olarak değerlendirilebilir. Modern toplumun altını çizdiği bireyselleşme arayışında giderek sosyal çevrelerin sınırlandırıldığı, yeni sosyal bağların yine aynı sosyal çevreden seçildiği, giderek daha belirginleşen bu sosyal baloncuklarımızın geçirgen olmadığı, diğerine ne denli uzak ve güvensiz olduğuyla yüzleşmenin getirdiği hapsolma düşünceleriyle karşı karşıya kaldık. Tüm bunları aslında o baloncuğun içinde ne kadar da birey olmadığımızı gördüğümüz esnada deneyimledik. Burası kişisel özelliklerimiz, özgüven ve saygımız, yaşlanmamız, uzun ilişkilerimizin bitmesini, uzun süreli işsizlikler yaşamamız gibi bireysel özelliklerimizi ne denli önemsiyor bunu hala değerlendiremiyoruz. Hala buradayız ama ne anlamı var ki sorusu aklımızda.

Viktor Frankl “İnsanın Anlam Arayışı” adlı eserinde kendisinin de içinde tutulduğu bir toplama kampındaki deneyim ve gözlemlerinden yola çıkarak ortaya koyduğu Logoterapi ekolünde insanın anlam arayışını onun varoluşsal özünde olduğuna işaret eder. Yaşamın anlamının üç yolla keşfedileceğinden söz eder. İlki; bir eser yaratmak ya da bir iş yapmak, ikincisi; bir şey yaşamak ya da bir insanla etkileşmek, sonuncusu ise kaçınılmaz olan acıya ilişkin bir tutum geliştirmek. Şöyle devam eder Frankl “Yaşamda anlam bulmanın ikinci yolu, bir şey -iyilik, doğruluk, güzellik gibi- yaşamak, doğayı ve kültürü yaşamak, son ve bir o kadar da önemlisi de olanca eşsizliğiyle bir insanı yaşamaktır. Yani onu sevmektir.”

Frankl, insanlık tarihinin en büyük acılarının yaşandığı toplama kampında sosyal izolasyonu ve yalnızlığı en şiddetli biçimde deneyimlemiş, bir sosyal grubun diğerine yapabileceklerinin en sınırında bunu deneyimlemiştir. Ancak tüm bunlara rağmen insanın varoluşunu keşfedebilmesi, yaşamın daima bir yol bulabilmesi, durum ne olursa olsun insanın sergileyeceği tutumda özgür olduğunun altını çizmiştir. Biz modern ve sıradan insanlar için bu başka bir insanı yaşamak, ortak iyinin, ortak değerlerin keşfi için çaba sarfetmek ve sevmeyi öğrenmek içinde bulunduğumuz anlamsızlık, boşluk ve sıkışmışlık duyguları için önemlidir.

Sosyal izolasyon süreci ile birlikte tam anlamıyla belirginleşen sosyal baloncuklarımızın içinden çıkmak da tam da Frankl’ ın belirttiği gibi kendimizi ve diğerlerini keşfe açmak, bu keşifte yaşadığımız iyi ya da kötü tüm deneyimlerin bireysel anlam dünyamızdaki karşılıklarını bulmaya çalışmaktan geçiyor. Başımızı kaldırıp kendimize en son ne zaman bir deneyime, bir yaşantıya, canımızı yakan bir şeye, bir insana tüm öğrendiklerimizin dışında da bakmayı denediğimizi sormamız gerekiyor belki de.

Sait Faik Abasıyanık’ ın bir öyküsünde de dediği gibi; “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.

Asiye Usluca – Klinik Psikolog